Kıyı ve Kent

Tarih boyunca insanlar, kıyıları, bir ulaşım kaynağı, bir besin kaynağı, savunulabilir ve sağlıklı bir konum ve ekonomik bir araç olarak görmüş ve bu yüzden kıyı alanlarına yerleşmişlerdir (Coastalwiki, 2022). Kıyı alanları, kentleri hızlı yönlü büyütmüş ve çevresel faktörlerden gelen etkiler ile doğal ekosistemden uzaklaştırmıştır. Bu durum kıyı ile kent ilişkisini arttırırken kıyının ekolojik yapısının bozulmasına neden olmuştur. Mekânsal bir alan niteliğinde olan kıyı alanları, kent ile ilişkisinin sürdürülebilirliğinin ve geçişkenliğinin sağlanması hususu, kıyı yönetiminin ana konusudur.

Kıyılar, plajları, kumsalları doğal güzelliği ve manzarası gibi nedenlerle insanları cezbeder. İnsanlarda da bu alanları kullanma ve bu alanlarda yaşama güdüsü doğar. Kıyılar, dünyada en çok değer verilen alanlar ve aynı zamanda en çokta tehdit edilen ve baskı gören alanlardır. Kıyı alanları da bu tehdit karşısında her zaman güç kaybetmiş ve kentleşme süreci içerisinde kalmıştır. Kentin içerisinde kalıp, kent ile bütünleşen kıyı, etkin ve verimli şekilde yönetilmesi, devamlılık için önemlidir. Kıyının, kentte yaşayanlar tarafından paylaşılması, kıyının mülkiyet yapısı ile ilgilidir. Tüm bu ilişkilerin odağında insanların yönelimleri ve arzuları vardır.

İnsanların doğasında ise mülk edinme ve sahiplenme arzusu vardır. Bu sebeple kıyıda sadece belirli bir kişinin ya da grubun menfaatine gerçekleşen çok sayıda kullanım bulunmaktadır. Bu durum, kıyının potansiyellerinden herkesin faydalanmasını engellemektedir. Kenttin bir parçası olan kıyının, herkes tarafından eşit ve serbestçe kullanılmasının engellenmesi, kıyı ve kent ilişkisinin bir diğer odak noktası olan “kent hakkı” kavramını öne çıkarmaktadır.

Kent hakkı, kentin potansiyellerine herkesin erişmesi, yararlanması ve kentin karar alma süreçlerine tüm kentlinin katılım hakkının sağlanması olarak tanımlanabilir (Dinçer, 2016). Kent hakkı kavramı, son yıllarda kapitalist kentleşme süreçlerinin yaşanması ve küreselleşmenin de etkisiyle yoğun tartışmaların yürütüldüğü önemli bir kavram olarak öne çıkmaktadır. Bu yüzden, kıyı ile kent arasındaki ilişki, insan ve kent hakkı kavramları üzerinden irdelenebilir.

Kent hakkı kavramı ilk olarak Marksist yazar Henri Lefebvre tarafından 1968 yılında yayınlanan Şehir Hakkı (Le Droit a’la Ville) isimli eserinde ortaya atılmıştır. 1968’li yıllarda tüm dünyada ortaya çıkan ve yoğunluklu olarak öğrenci ve işçilerin katıldıkları protestolarda kent hakkı kavramı vurgulanmış ve bu dönemde güçlenmiştir. Lefebvre, kent hakkını, Şehir Hakkı kitabında bir haykırış bir talep olarak tanımlamıştır (Lefebvre, 1996).

Kent hakkı, kent kaynaklarına bireysel olarak erişme özgürlüğünden çok fazlasıdır. Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Dahası, bireysel değil ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirecek kolektif bir gücün uygulanmasına dayanır. Kentlerimiz ve kendimizi yeniden üretme özgürlüğü, insan haklarımız içinde en değerli ve en ihmal edilmiş bir haktır (Harvey, 2008). Kent hakkı kapsamında, kişinin kıyıya bireysel olarak erişilebilirliğin sağlamasını gereklidir. Kıyıya, bireysel olarak erişebilmek, turizm merkezlerinde ve kıyı kentlerinde oldukça güçtür. Kıyıdaki şemsiye ve şezlong sorunu yıllardan bu yana devam etmekte ve sorun çözümsüz bırakılmaktadır. Kapitalist düzen ve güçlülerin hukuku, kıyıyı herkesten koparabilmektedir. Plaj alanlarının girişlerinin ücrete tabi olması ve bu duruma devletin kontrollü bir şekilde müdahale etmemesi, kent hakkını zedeleyen bir diğer konudur. Bu konuya ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kıyıda yapılan ikincil konutlar, herkesin kıyıdan faydalanmasını engelleyen kıyı yapıları yine kent hakkını zedeleyen konulardır.

Kıyı alanlarında kullanımların ve yapılaşmaların kente getirdiği değişim ve dönüşüm kendini kentte açıkça göstermektedir. Kıyı faaliyetlerinin kente uyguladığı bu baskı, kentte tezahürü farklı olabilmekte ve kıyı mekânlarında günlük dilde kullanılan “sahil kasabası”, “liman kenti” gibi kavramları ortaya çıkarabilmektedir.

Kent hakkı, insanların kentsel kaynaklara ve işlevlere bireysel ve kollektif olarak ulaşabilmesi ve insanların kendi arzu ve isteklerince kenti yeniden üretmesidir. Her hak başkasının özgürlük sınırında son bulmaktadır. O yüzden kent hakkı, insanın, mekânı belirli yasal ve toplumsal kurallar çerçevesinde yeniden üretmesidir. Bireysellikten ziyade toplumsal katılımın önemsendiği ve dağıtılırken ise eşitlik ve adalet olgusunun üzerine işlenmesini gerekli kılan bir haktır.  Kent hakkı, genel anlamda soyut bir kavram olarak tanımlanıp nitelense de kent içindeki insanı ve mekânı temel aldığından ötürü bazı evrensel haklara göre daha somuttur. Bu hak, kent ile kıyı arasındaki ilişkinin insan odağında kurulmasında önemli yer tutmaktadır.

Plansız ve düzensiz kentleşme, sanayileşme, kontrolsüz nüfus artışı, dengesiz tüketim alışkanlıkları, çevresel tahribatlar, yasal düzenlemeler gibi çeşitli sebeplerden ötürü kıyı ve kent ilişkisi bozulmaktadır. İnsani faktörlerden kaynaklı zedelenen bu ilişki, organik yaşamı ve çevre koşullarını bozmaktadır. Konut hakkı ihlalleri, kamusal alan tecavüzleri gibi hususlar, kente ve kıyıya aidiyetin sorgulanmasına ve kent hakkının ihlallerinin doğmasına neden olmaktadır.

“Lefebvre’nin bu konuya ilginç bir bakışı vardı. Belirli bir mekânı, bildiğiniz üzere, bir süreliğine özgürleştirebilirsiniz, ancak burada her zaman şunu göreceksiniz, eğer daha ileri bir özgürleştirme sürecine girmezseniz, özgürleştirmiş olduğunuz mekân, bir süre sonra dominant pratik tarafından tekrar absorbe edilir, ele geçirilir, demişti” (Harvey, 2012).

“Lefebvre sonra şöyle der: “Günün sonundaki büyük soru, dominant pratiğin ne olduğudur.” ve ben, bahsettiğiniz bir kısım mekânların bir süreliğine özgürleştirilebileceğinin imkân dâhilinde olduğunu düşünüyor olsam da dominant pratik değiştirilmediği sürece, bu demektir ki, bu mekânlar her zaman tehdit altında olacaklar” (Harvey, 2012). Kıyı alanları da bu tehdit altında kalıp özgürleşemeyen, özgürleşememesinden kaynaklı işgale, tecavüzlere uğrayıp ele geçirilen bir alandır. Bu ele geçirilen alanın yani kıyının, kent ile bütünleşikliğinin sağlanması mevcut durumda çok güçtür. Bu alanların yaşadığı baskıların nedeninin, sosyal, kültürel ve beşerî tutumların yanında yasal düzenlemeler ve siyasi erkler olduğu da söylenebilir. Kıyının özgürleşmemesinin sebeplerini, kıyı alanlarının yönetiminde ve kıyının mülkiyet yapısında aramak gerekmektedir.

Lefebvre’nin de ifade ettiği gibi kıyı alanları özgürleştirilmediği sürece, kıyıda tehdit devam edecektir. Kıyıda tehdit devam ettiği sürece kentte tehdit devam edecektir. Kıyının özgürleştirilmesi demek ise kıyının faydalarının toplumun tüm kesimine aktarılması gayreti demektir. Kıyıların özgürleştirilmesi yönünde bir adım atılmaması yani pratiğinin değiştirilmemesi durumunda, kıyıların yok oluşu izlenmeye devam edilecektir. Özgürleştirilemeyen kıyı alanlarında Lefebre’nin tabiri ile kentli, kent hakkını haykıramayacak ve talep edemeyecek duruma düşecektir. Bu durum kentin kıyıdan ayrışmasına aynı zamanda kıyıdan insanın uzaklaşmasına ve kopmasına neden olacaktır.

Kent hakkı kavramına, kıyı perspektifinden bakıldığında eşitlik, ulaşılabilirlik, erişilebilirlik ve katılım kavramları ön plana çıkmaktadır. Kıyı menfaatlerinin, kentte yaşayan tüm bireyleri kapsaması, kentliyi karar alma sürecine katmaları, eşitlik ilkesinin bir gereğidir. Kıyının özgürlükçü, demokratik, sürdürülebilir, erişilebilir, geçişken ve bütünleşik bir yapıya bürünmesi için, kıyı ve kent arasındaki ilişki iyi okunmalı, idari ve yasal düzenlemeler birlikte gözetilerek mekânın tasarrufunda marjinal ve toplumsal fayda esas alınmalıdır.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

[instagram-feed]